Belgin Usanmaz

Bazen de susmak gerekir duymak için

“Bazen, uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için… Bazen, hatırlamak gerekir hatırlanmak için… Bazen, ağlamak gerekir açılmak için… Bazen, anmak gerekir anılmak için… Bazen de susmak gerekir duymak için…”

“Gitmek”… Hani şu, korkakların kalkışamadığı eylem… Hani şu herkesin “terk etmek” olarak algıladığı eylem… Gitmek öyle bir olgu ki, evet! Dönüşü yok… Ama güzel bir şey gitmek… Çok güzel şey… Çünkü gitmek, “en” güzeli aramaktır. Memnuniyetsizlikten doğan bir “şey” değil… Zaten o gitmek değil… Kaçmak!

Memnun değilsen, mutsuzsan, yapamıyorsan, sevemiyorsan, kaçıyorsun sen! Gitmiyorsun… Çünkü evrendeki her şey o kadar güzel ki… Ve her yer…

Farklı bir şey bulamazsın… Yeni bir ülke, başka bir deniz bulamazsın!

Ve gitmek dedim, öyle bir olgu ki dönüşü yok… Geri dönsen de o toprağa, seni kabul etmedikçe, sen değil o şehir… O yüzden, sevebileceğin ve sevmeye değer olanları gör. Bu yüzden varsın…

Hoşçakal demeyi biliyorsan, arkanı döndüğünde… İşte o zaman gidiyorsun sen. Hem de belki “en” güzeline…

Gitmek sadece bir eylemdir… Aslında, sadece kelimelerde kalmıştır gitmek… Gitmek; sonsuza kadar bağrında barındırmaktır yaşan/ma/mışları. Yaşatılmamışları… Gitmek; biraz gözü arkadaşlığa, birazda şizofreniye gebedir… Kitaba, kaleme, en acı makamlara, sigaraya…

Hüznü olabildiğince derinden yaşamak… Ama ağlamak yok insana zaman kaybettiriyor…

Şair diyor ya ‘vedalar insana zaman kaybettiriyor’. Geldi mi zamanı gitmeyi bilmek gerekir. Ezelden yadigârdır gitmek ve kalmak arasındaki hassas zarı yırtmadan dengede tutabilmek.

‘Misafirin makbulü gitme zamanını bilendir’ dememişler boşuna. Nefsinden çok uzaklara yüreğinin en kuytu köşe bir yerine gidebilmek… Anayı sılayı dostu düşmanı canı cananı…

İsteklerini bir köşeye koyup da gidebilmek değil midir asıl olan? Bazen bağıra çağıra bazen ağlayarak bazen gülücükler saçarak bazen bir suçlu gibi sessiz ve utanmışçasına… Ama gidiş var mutlaka…

İster içe ister dışa doğru! Ha yarına ha düne… Özlemeyi bildiğimiz kadar gitmeyi bilmek… Özlemeden özletmeden gidebilmek… Gökyüzüne yükselen ipini koparmış bir balon misali. Mevsim sonbahar ‘gidiş’ mevsimi. ‘Sonbahar’ dedi mi mevsimler bir ‘gidiş’ in öyküsünü yazmaya koyulur kalem tutan yürekler. Şehrin kalabalığından gürültüsünden koparak engin bir maviliğe doğru bir gidiş başlar.

Bir gidiş başlar bunaltıdan huzura…

Yeşilin yeryüzünü terk edip kendini başka baharlara saklaması gibi bir gidiş. Bu gidiş belki gökdelenlerden nemli bodrumlardan bir gecekonduya olabilir mesela. Sıkışıp kalmadan kendi duvarlarımızın arasından sıyrılıp çıkabilmek. Gözyaşlarında hapsolmuşken silkinip tebessüm denizinde dalgalara karışabilmek… Acıdan kederden solmuşluktan soyunup huzura sevince ebedi saadete değil midir zaten asıl gitmeler? Ve gitmek yanına birkaç şey değil hiç bir şey almadan gitmek. Hüznü burukluğu hataları düşünmeden uzaklara çok uzaklara fırlatıp gitmek… Gemideki akılsız adam misali sırtımızdaki yükü bir kenara bırakarak gidebilmeyi bilmek…

‘Marifet gitmeden önce gitmeyi bilmekte!

Çekip gitmek istiyorum bazen… Ne başka bir şehre / ülkeye ne de başka bir yurda ya da yuvaya… Çocukluğuma çekip gitmek istiyorum. Ekmek elden su gölden yaşadığımız, rollerden, sorumluluklardan, yetişkinlikten uzak zamanlara… Uykulara zorlanmadan dalıverdiğimiz yataklara, başımızın / gövdemizin Ana / Baba sıcağına doyduğu şefkatli kucaklara çekip gitmek istiyorum. Arka bahçeye, saklambaca ve sekseğe… Hayatımızda ki bütün hesapların “aldım verdim ben seni yendim” le yapıldığı, teri masumiyet kokan, gözü sımsıcak bakan günlere… Çekip gitmek istiyorum. Sen de bazen birazcık olsun istemiyor musun? Haydi, o zaman… Sağım solum sobe! Çekip gitmeyen ebe!

Ünal Aldemir